15 Temmuz 2012 Pazar


   Yıllar önce sinemada izlediğim bu filmi yıllar sonra tekrar izledim. İlk izlediğim zaman o sıralar kanser yüzünden kaybettiğim bir yakınım olmasından dolayı çok fazla etkilendiğimi düşünmüştüm. Ancak aradan yıllar geçtikten sonra film benim için yine etkileyiciydi. 

  Aile, fedakarlık, hastalık ve dram… Bu duyguların toplamından oluşan filmi izlerken boğazınızda düğümler oluşuyor. Cameron Diaz’ın son yıllarda ki en iyi oyunculuğunu Sara rolüyle bu filmde kolayca görebiliyoruz. Hasta kızına moral vermek için saçlarını kazıdığı sahne gerçekten görülmeye değerdi. 

  Ablasına bir nevi yedek parça görevi görmesi adına dünyaya getirilmiş olan Anna karakterine Abigail Breslin hayat veriyor. Günümüzün başarılı çocuk oyuncuları arasında gösterilen ve bir çok filmde rol alan Abigail rolünün altında ustalıkla kalkıyor. 

  Sofia Vassilieva, ailenin hasta kızı Kate’i canlandırıyor. Kate, hastalıkla mücadele etmekten yorulmuş ve artık ölüme doğru gitmek isteyen bir kız; ancak başta annesi olmak üzere ailesi tedaviyi bırakmasına izin vermemektedirler. Kate en son çare olarak, tedavisinde kullanılacak ilik, böbrek gibi tıbbi ihtiyaçlarını sağlayan kız kardeşi Anna’yı kendisine herhangi tıbbi bir şey vermemesi adına ailesine tıbbi beden haklarını koruması için dava açmaya ikna eder. Ablasını çok seven Anna için bu gerçekten zor bir dava süreci olur. Bu seyirde devam eden filmde Kate en sonunda sonsuz huzura kavuşur. 


  Bir yol filmi hiç bu kadar keyifli olmamıştı, defalarca izlememe rağmen hala aynı sıcaklığı verebiliyor. Kaybetmekten nefret eden ama tam bir kaybeden olan baba, sorunlu bir aile ile boğuşan ve iletişim sorunu yaşayan bir anne, konuşmama yemini etmiş uçma sevdalısı bir erkek evlat, tüm hayali güzellik yarışmasına katılmak olan dünya tatlısı bir kız çocuk, uyuşturucu bağımlısı bir dede ve intihara meyilli gay bir dayı.

  Birbirlerinden oldukça farklı ve aralarında neredeyse yok denecek kadar az iletişim olan Hoover ailesi, 7 yaşındaki Olive’in katıldığı Little Miss Sunshine yarışması için sarı Volkswagen minibüsleriyle yola çıkıyor. Bu yolculuk sırasında da ailenin başına gelmedik şey kalmıyor. 

   Filmin en güzel yanlarından biri tam üzülecekken yönetmen bizi bu üzüntüden uzaklaştıracak bir görüntü, bir renk ya da sesle karşı karşıya bırakıyor ve kendimizi bir anda rahatlamış buluyoruz. 

   Olive’in katıldığı yarışmadaki küçük kızların birer yetişkin gibi gözüktüğünü, onlarla kıyaslandığında göbeği, uzun saçları ve kocaman gözlükleri ile Olive’in gerçek bir Little Miss Sunshine olduğunu görebiliyoruz. 

   Ayrıca iletişim sorunu yaşayan bir aile olmasına rağmen birbirleriyle konuştukları anlarda gayet anlamlı cümleler sarf eden ailenin; Büyükbaba ile Olive’in yarışmadan bir gün önce yaptığı konuşması, Dwayne ve Frank arasında geçen diyalogları gerçekten iyi. Diyaloglar kadar iyi olan filmin sonunda Olive’in yaptığı dansı izlerken hem şaşırıp hem gülebiliyorsunuz. Film bittikten sonra fark ediyorsunuz ki film sizi hiç sıkmadan; sıcak ve içten bir şekilde ailenin ne kadar önemli olduğunu anlatmış.